::
20 Nisan 2024 Cumartesi

:

:

:
Karakter boyutu : 12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
MUAZ ERGÜ MUAZ ERGÜ

Bir Tarsuslu: Sıdkî Baba

14 Haziran 2021 Pazartesi 10:06

Klasik biyografiler kişinin doğum tarihiyle başlar ölüm tarihiyle biter. Koskoca ömür iki tarih arasına sıkıştırılır. Doğdu, öldü… Ne kadar mekanik! Oysa öyle hayatlar var ki doğum ve ölüm parantezine sıkıştırılamaz. Klasik biyografiler, parantezler yetmez onları anlatmaya. Biyografilerin içinden sıyrılıp gönlümüze akmasını bilirler. O hayatlar, bir geleneğin, bir izin, bir yolun devamı olduklarından ve kendilerinden sonraya kattıklarından dolayı hep bu dünyadaymış ve buradan hiç gitmemiş gibi olurlar. Bir masalın, bir meselin, bir mısranın bir türkünün en alaflı yerinden çıkıp gelirler. Hüznün en koyusundan, kederin en dipsizinden… Gelişleri bir umut fısıltısıdır. Kulaklarımıza fısıldadıkları ipekten yumuşak umudun dirilten, diri kılan efsunu…

Çok doğurgandır bizim topraklarımız, en çok da gözyaşıyla sulanır, yelelerinden yangınlar yükselen hüzün atlarını dörtnala koşturur. Dörtnala koşar aşkın doludizgin kısrakları… Ne çok aşk söylenir bizim topraklarımızda. Ne çok aşkı söyler bizim topraklar… Aşka söyler, aşkı söyler, derdi söyler, divaneliği… Aşk pazarı kurulur en çok da coğrafyanın yüreğinin tenhalarında. Nice yiğitler semah döner aşkın meydanında. Nice semah acının en tenhasında…  Nice yiğitler serin verir aşk uğruna, aşkın uğruna… En çok da yanmaktır Koçyiğitlerin bahtına düşen… Yanıp yanıp kül olmaktır her dem… Yanmak imiş murad, yanmak…

Hiçbir kitap yazmaz bizi, yangın yerine dönmüş menkıbemiz okunmaz… Sözde yaşar bizim masalımız, meselimiz, kırık dökük serencamımız. Sözle yaşar… Bir bozlakla havalanır, bir semahla dönüp durur, bir düvaz-ı imamla göğe yükselir, bir nefesle, bir deyişle iner yeryüzüne bizim öykümüz… Kanadı kırık turnalarla pervaz ederiz Kerbela’nın dumanlı göğünde. Susuzluktan dudağımız kurur Kerbela’nın yazılarında. Hamse-i Âli Aba’nın altına sığınırız Hasanla Hüseynle…

***

Öyle hayatlar var ki doğumla ölüm parantezine sıkıştırılamaz demiştik. O parantezin arasından ses verir çağlara. Sözün bayrağını diker yaşamaktan çoraklaşmış burçlara. Sıdkî Baba’da burçlarda sözün sancağını dalgalandıranlardan. Söz olanlardan, söze gelenlerden… Malatyalı bir ailenin ferdi olarak Tarsus/Yenice’de doğdu. Anadolu’ya insanlığı, güzelliği, güzel insan olmayı aşılayan Dedegarkın Ocağından… Zeynel Abidin dediler doğduğunda.  Hem bedeni, hem ruhu, hem talihi yangın yeriydi. Dertler kervanı… Pervane oldu… Yana yana, döne döne, kül ola ola… Işığa, aydınlığa teslim oldu. Sıdkî Baba oldu özüyle… “On dört yıl dolandım Pervanelikte/Sıdkî ismim buldum divanelikte/Sundular aşk meyin mestanelikte/Kırkların ceminde dar'a düş oldum.” Biz divanelikte, melamilikte, horlanmakta buluruz sırrı. Sırrı söyleriz… Biliriz biz bu feleğin çemberini, biliriz dünyanın faniliğini, fenalığını…

“Çatılmadan yerin göğün binası

Muallakta iki Nur’a dûş oldum                                                  

Birisi Muhammed, birisi Ali

Lahmike lahmi de bir düş oldum.”

Bizim menkıbemizi söyler Sıdkî Baba. Düşümüzü yorar, dünya denen uykunun içinde. Sahi hepimiz bir düş değil miyiz? Bir düşte… Yoramadan yorulduğumuz düş… İşte o düşü yorar Sıdkî…  Sıdk ile, sıdkı sadıklar ile… Mekân ne ki? Ya zaman… Özüne alev düşüp varlığı bütün saflığıyla duyumsayanlar için? Dünya ne ki? Ya yer gök… Hepsi vehm-ü güman… Hepsi bir suret özünde gerçeği bulanlar için. Düş ne? Ya gerçek… Şimdilerde ne düş görür olduk ne de düşleri sıdk ile yoranları… Bir kesif zamansızlığa çivilenmiş gibiyiz. Akmıyor zaman, geçmiyor…

Şimdi biz burada, bu anlamsızlığın, bu yozluğun, bu sevgisizliğin ve dâhi aşksızlığın bataklığında Sıdkî Baba’nın zamanları aşan sesine tutunarak çıkmaya çabalıyoruz. Her şeyin sentetiğe dönüştüğü, insanın bile plastikleştiği anda Onun sahiciliğiyle, saflığıyla dindiriyoruz susuzluğumuzu. “Zülfü kaküllerin amber misali” derken Sıdkî Baba zamanın zülüflerini yokluyoruz acıyla.

Neymiş amber? Nasıl kokarmış? Güller nasıl kızarırmış? Şimdi ne de çabuk kızarıyor güller? Ne de sahte kokuyor güller bir bilsen Sıdkî Baba. Bir bilsen…  Gülistan Şahı amansız bir fırtınaya tutulmuş. Sentetik yağmurlarla Kolu kanadı kırılmış…

“çiğ düşmüş çayıra benzer yüzlerin

âşıkın öldürür şirin sözlerin

mırsın hazinesi değer gözlerin

zühre-i rahşandan güzelsin güzel”

Bu nasıl bir sesleniştir? Yâra, sevgiliye, sevgiye, sevdaya… Ancak bu kadar içten, bu kadar içe işleyen seslenişle seslenilebilinir seslenilen her kimse veya neyse. Bir güzel ya da güzellik böylesine efsanevi dile getirilebilir. Bir âşık ancak böyle dile gelebilir aşkın kapısında. Gerisi yalan, gerisi hep vehm-ü güman… Biz bu ruhu kaybettik. Bu ruhu mayalan efsun, iksir neyse onu…

Bu toprakların insanları güzele değil güzelliğe, faniye değil bâkiye, fenaya değil bekaya seslenirlerdi. Gelip geçici olan değildi seslenilen. Gelip geçici olan olsaydı gelip geçmez miydi? Yine de yakar mıydı üzerinden upuzun zaman geçmiş olan kısacık sözler! Şimdi ne kadar da anlamsız uzun cümleler, upuzun boşluklar, birbirine değmeyen sözler, sayfalar dolusu aşk mesajları… Ne kadar da mekaniğiz değil mi? Sevgimiz tıkır tıkır, aşkımız kaskatı… Nerde Sıdkî Babalar? Nerde o sonsuz iklim? Nerde?...

Kala kala ritimsiz, gürültülü kalabalıklar kaldı geriye. Kulakları sağır eden tangır tungur bir müzik. Kala kala bitmeyen gürültü, bitmeyen ruhsuzluk. Geriye zamanın atlarıyla çiğnenmiş topraklar kaldı geriye. Güneşin yakıp kavurduğu başaklar… Ne kaldıysa geriye senden yana hüzün kaldı. Üzünç kaldı…

Kalakaldık bu çölde. Kalakaldık…

Paylaş:  Facebook Twitter Google
YAZARIN DİĞER YAZILARI